…SORUM, VALİ’YE…HATTA HERKESE…
Yayınlanma Tarihi : 27.11.2016 00:59
Bu haber 93 defa okundu
Bir toplantı olsa ve karşımda yerel idareciler olsa, hatta Vali, şunu sorardım İLK… Allah size İKİ göz vermiş, ki görüyorsunuz, değil mi ? Cevap EVET mi ?
Evet… Peki, bu kenti bugüne taşıyan dünün emanetleri bu kadar haber yapılırken ve o haberlere, o kentin giderek daha fazla kirletilen bedeni bu kadar sıklıkla eklenirken NE hissediyorsunuz ?
Tamam, hissetmeyi de bir kenara bırakın… Sahi, o dar sokakların koridor gibi uzandığı evleri arasında kayıp giden gölgelerin yaşamlarını takip ediyor musunuz ? Bunu bir kez bile denediniz mi hiç ? Peki gördünüz mü ? Ne halde olduğumuzu ? Ne kadar kaldığımızı ? Sağlıklaştırdığımızı İDDİA ettiklerimizin SON halini ? Bakamadıklarımızı ! Bakmayı beceremediklerimizi ! Yavaş yavaş çökerken oluruna bıraktıklarımızı ! TAŞ’ın ya da AHŞAP’ın yerini alan betonu ! O betona mahkum yoksul hayatları ! O hayatlara o DÜN’ü emanet ederken olacakları çok iyi bilen hallerimizi !
Merak etmiyor değilim…
Ha bire bu şehrin eski hikayesine DAVET edip durduğumuz insanları NE adına davet ediyoruz, ki davete icabet edip gelseler NE göreceklerini biliyor muyuz, göreceklerinden memnun olacak mıyız, yoksa eldeki YETER’de miyiz ?
Yok, cevap beklemiyorum…
Beklememeyi öğrendim…
Uzun zaman önce…
Benimkisi, umut…
Sadece…
Sizi bilmem ama, aslen Antakyalı bile değilim…
Ama gökyüzüne bu şehirden bakmaktan mutlu biriyim…
Hatta…
Bu coğrafyanın toprağına ekli derinliğe attığım her adımda başka başka şeyler öğrenen biriyim, öğrendikçe bu şehrin geride bırakılan o terk edilmiş hayatlarına daha çok aşık olan biriyim, taşın-ahşabın evleri yanından geçerken eski zamanların hikayelerinin fısıldar hallerinden keyif alan biriyim, fısıldananları dinlemek için kulağımı o taş duvarların soğuk nefesine dayayıp gözlerini kapatan biriyim ve o an atan kalp atışının elde-avuçta kalan Antakya olduğunun bilincinde adımlarını atan biriyim…
Niye mi anlatıyorum bunları ?
Çünkü bilmiyoruz…
Hiç bilmiyoruz…
Bildiğimizi sanıyoruz…
Ama yanlarından geçip gidiyoruz…
Sessizce, göz göze bile gelmeden…
Ve o kalp atışını bile duymadan…
Hep denir ya… İnsan vücudunun dayanıklılığının net sınırları vardır, ki cildiniz belli bir ısıya kadar dayanır, kas ve kemikleriniz ancak belli bir basınç ya da ağırlığa duyarlıdır. Bu sınırların üstüne çıktığınızda, dokularınız hasar görür. Yani cildiniz yanar, iç organlarınız zarar görür ya da kemikleriniz kırılabilir. O yüzden de acı duygusu önemlidir, ki o duygu, insanın dayanabileceği sınırlar içinde kalmasını sağlar. Mesela yanlışlıkla sıcak bir nesneyi tuttuğunuzda hemen onu bırakmak isterseniz. Çünkü canınız yanar.
Bir de şöyle düşünün…
O acı noktasında duran bir şehri düşünün… Her gün canı yanan bir şehri düşünün… Her gün bir parçasını yere bırakmak zorunda kalan bir şehri düşünün… Çatırdayan, kırılan, kopan, parçalanan bir şehri düşünün… Bedenine hiç de uymayan pansumanlarla yaraları kapatılmak istenen bir şehri düşünün… Uymadığı için de iç kanaması artan bir şehri düşünün… Yorgun ve bitmiş halinin diz çökmüşlüğünde YETER diye bağırsa da sesini duyuramayan ACI içindeki bir şehri düşünün…
Düşünün ve benim yaptığımı yapın, BİR KEZ…
Kulağınızı o taş duvarların soğuk nefesine dayayıp gözlerini kapatın ve o an atan kalp atışının Antakya olduğunun bilincinde atın adımlarınızı, ama BİR AN ÖNCE ATIN…
Çünkü bu şehrin canı çok yanıyor, HEM DE ÇOK…
Etiket :
YORUMLARI GÖR