Lütfü Savaş’tan İsmail Kimyeci’ye…Birkaç şey soralım mı?
Yayınlanma Tarihi : 18.05.2017 22:54
Bu haber 99 defa okundu
Yerel belediyecilik başlığında hemen her gün gelen onlarca elektronik posta arasından sıyrıldığınızda, bir gün sonra karşınıza bambaşka bir şehir çıkacağını düşünüyorsunuz… Hatta onca hizmet (!) bombardımanı (!) arasında kalmış bir kentin mucizevi bir şekilde değiştiğini, değiştirildiğini… Ama hiçbir şey düşündüğünüz gibi olmuyor ! İsminin başında BÜYÜK yazan kocaman bir KÖY-KENT modelinde yaşadığınızı anlamanız zor olmuyor !
Hele ki sürekli dikilip-sökülen çiçeklerden oluşan peyzajları izlerken, ki unutmadık anlık dikilen, ardından sökülen onca laleyi… Peki ya bir türlü sonlanamayan altyapı çalışmalarını ? Asfaltlanan, kapatılan, ardından yeniden kazılan yolları… Kazılan, açılan çukurların gerisinde günlerce kalan çerçöpü… Sineğe ve kokuya boğulduğumuz Asi Nehri’nin ötesinde sürüp giden ilaçlama (!) ve temizlik (!) çabalarını… Bir tarafta çöken eski evlerin körlüğünde yükselttiğimiz yeni (!) Antakya projelerini… Hani maketlerini Avrupa şehirlerinde sergilediklerimizi… Projelendirilen (!) yeni (!) kentin yarına dair beton düşlerini…
Hadi tüm bunları geçtim… Tek bir şey sorayım mı size ?
Büyükşehir Belediyesi ana binasının sadece 50 metre ötesindeki bir binanın yıkım şeklini… Hani yavaş yavaş önce kaldırım işgali ile başlayanı… Ardından kat kat yıkılanın yola yayılmış halini… Yaya ve araç trafiğini tehdit edeni… ki “rahatlığınıza sağlık” dedim bugün yanı başından geçerken ! Eldeki bize bakarken, etrafta yerel idarecileri aradım…
“Güleriz Ağlanacak Halimize” noktasında yükseltilen hikayeye DUR diyecek bir tek ZABITA aradım ! Bulamadım…
Lütfü Savaş’ın makamının yürüme mesafesinde yaşanan bu gülünesi halimiz için “KARDEŞİM, NE BİÇİM İŞ YAPIYORSUN” diyecek resmi tek bir görevli aradım… Yok ! Onu da bulamadım… Sonrasında vazgeçtim… Aramaktan vazgeçtim…
Ama yine de soralım… Madem başladık, soralım… Hem Savaş’a hem Kimyeci’ye… Laf (!) değil hizmet (!) üretenlere…
Sahi, bize nasıl bir şehir vadediyorsunuz ? Çünkü biz mutlu değiliz ! Bizler için ortaya koyduğunuz şehir adına mutlu değiliz ! Birbirinizi tamamlamak yerine, birbirinizden eksiltme çabasıyla paylaştığınız hizmetlerden mutlu değiliz !
İşçilik kalitenizden memnun değiliz ! Kaldırımın kenarına trafik uyarı tabelasını çakan ve bunu yaparken de kaldırımda kırılma yaratan hallerinizin estetik yoksunu çabasından mutlu değiliz ! Yaptığınız işlerin gerisinde kalan taş-toprağın günlerce kaldırım kenarlarında ve yollarda kalmasından mutlu değiliz ! Kaldırım üstü manavları “sabit” birer manava çevirenlerin kentinde olanı biteni görmeden gelen zabıta hassasiyetinizden (!) mutlu değiliz ! Pazar yerindeki peyniri dolaba koyma zorunluluğu getiren, ama balığı güneşin altında satanlara özgürlük tanıyan uygulamanızdan mutlu değiliz ! Şehrin neredeyse hemen her yerine plastik duba çakan çabanızdan mutlu değiliz !
Bizler, sizler noktasında mutlu değiliz !
Bu şehir de ona yaptıklarınızdan mutlu değil !
Peki ya SİZLER ?
Sizler mutlu musunuz ?
Bu şehir adına mutlu musunuz ?
Evet mi ?
Ne mutlu size !!!
Hayrını görün !!!
HATIRLAMAK…
Hrant Dink’e dair okuduğum bir şeyden efkarlandım… Düne dair bir şeyden… Aslında bugün de olan bir şeyden… Bizleri ÖTEKİ yapanların ülkesinde hiç değişmeyen bir şeyden… Bir de beraber okuyalım mı ?
“Ermeni olduğum için hayatımda birçok ayrımcılık yaşadım. Bunlardan biri de askerlik yaparken oldu. Devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni ayırıp er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca bir adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Amma velakin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında tek başıma saatlerce ağladım. Elimde tuttuğum anahtarı, ağladığım duyulmasın diye oluklu tenekeden barakaya sürtüyordum yürürken. Bir o yana, bir bu yana yürüdüm, yürüdüm ve ağladım.”
Pyotr Kropotkin’in hayata dair fotoğrafı da buna dair…
Kardeşçe bölüşemediğimiz yaşamın aç bıraktıklarına dair…
“Çevremde her şey sefaletten ve bir parça ekmek mücadelesinden ibaretse, böyle büyük sevinçlere ne hakkım var. Yüksek duygular dünyasında yaşamamı sağlayan şeyler, buğday yetiştiren, ama çocuklarına yeterli ekmeği bulamayan insanların sofralarından alınmışsa, sevinmeye ne hakkım var?”
Peki, bir gün hakkımız olur mu ?
Kardeşçe bölüşeceğimiz bir yaşamımız olur mu ?
Etiket :
YORUMLARI GÖR