Bugünden yarına, Biraz umut sakla…
Yayınlanma Tarihi : 16.04.2017 04:10
Bu haber 91 defa okundu
Hayatı en çok hangi an izlersiniz, biliyor musunuz ? Sabah saatleri ! İş koşuşturmacası içinde kimsenin bir diğerini görmediği anlar… Yanı başınızdan geçip giden yaşamların size fısıldamaya çalıştığı hikâyeleri teğet geçtiğiniz o anlar… Aslında bir an durup dinleseniz, çok şey duyup çok şey göreceksiniz !
Ama hoşlanmayacaksınız…
Ne duyacaklarınızdan…
Ne göreceklerinizden…
Belki o yüzden !
Bu acele o yüzden !
Bu koşuşturmaca o yüzden !
Görmemek için, duymamak için, bilmemek için !
Bu üçü de olmayınca hayat denen şey ne kadar kolay, değil mi ? Öylesine yaşamak ne kadar kolay ! Nefes alıp vermenin yaşamak sanıldığı bir düzene ayak uydurup, diğer her şeyi kadere teslim etmek ne kadar kolay !
Dedikleri gibi belki…
Ah o umursamazlık… Modern zamanların hastalığı… Dikkat edin, bulaşıcı olduğu kadar bunaltıcıdır… Yorganın altına saklanmanızdan, yahut gerçeklerden kaçıp başınızı kuma sokmanızdan ibarettir… Kişinin kendince mutluluk veya huzur sandığı vazgeçiştir…
Bu muyuz sahi ?
Bu kadar mıyız ?
O zaman Dr. Patch Adams haklı…
“Bir hastalığa karşı savaşacaksak, önce gelmiş geçmiş en kötü hastalık olan ‘umursamazlıkla’ savaşalım…”
Çünkü derdimiz sadece yazıp çizmek değil ki, olanı biteni işaret etmek de değil… Konuşup da tüm kelimeleri tüketmek de değil… Ötesi… Çok daha ötesi… Gerçeği… ki Orhan Kemal ne güzel demiş o gerçeğe dair… “Gerçekçilik, içinde yaşadığın topluma yer yer ayna tutmaktan ibaret değil ki… Asıl gerçekçilik, asıl yurtseverlik; içinde yaşadığın toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmak… Yurtseverlik, yurdunun insanlarını sevmek, yani, insan gibi yaşamalarını sağlamaya çalışmak… Buna engel olanlarla savaşmak…”
Savaşıyor muyuz ?
Birbirimizle, EVET…
Peki, umursamazlığımızla !
Onunla savaşımızda neredeyiz ?
Dün, o savaşın orta yerine düşmüş bir çift göz gördüm… Göz göze gelmedim ama, göze göze geldiklerine şahit oldum… Sırtında, kendi boyuna yakın büyük beyaz bir çuval taşıyan, 14-15 yaşlarında bir çocuktu bu bir çift göz… Çöp konteynırının başına geldiğinde, sırtından indirdiği beyaz çuvalı hemen yanı başına koydu usulca. Yapması gereken bir işi vardı, ki o da zaman kaybetmeden çöp dolu karanlığa daldırdı siyahın lekesine batmış ellerini… Ürkek bakışları takip etmedi ama o elleri… Çevresinde koşuşturup duranlarda kaldı… Onun gibi çocuk olanlarda kaldı…
Düşündü belki…
Ardından ‘keşke’ dedi…
Kendi hikâyesine hayaller ekledi…
Ertelediklerini tek tek raftan indirdi…
İndirdiklerini sayfa sayfa araladı, okudu…
Okurken de, sırtında kendi gibi yük taşıyan diğer çocukların okul çantalarına baktı… Ardından kendi yüküne… Yükü içinde biriktirdiklerine… Çocuk elleriyle karıştırdığı kokuşmuş hayatın içinden çıkaracağı yeni yüklere… Sırtına eklenecek yeni kiloların ağırlığında, yorgun, isyan eden adımlarına…
Zor olan neydi sahi ?
Hayat mı ?
Pablo Neruda, güzel demiş o hayata dair…
…Tek başıma yorulmak istemiyorum
…sen de benimle yorul istiyorum
Peki, öyle bir hayat zor mu ?
Edip Cansever’in Umuş’u cevap versin o ZOR’a ve bugünü bitirsin…
Bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin,
bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan,
yeni bir başlangıç vardır…
Etiket :
YORUMLARI GÖR